Avcıoğlu, en ciddi konulan bile mizahi kılan anlatımıyla Türkiye’de mimarlık dünyasının üç saplantısı olduğundan söz ediyor: Sinan, Barcelona Pavyonu, Safranbolu evi. Onlarla olan meselelerini çözmedikçe mimarlıkta üretkenlik yolunun açılamadığını da ekliyor. Onun söylediklerini biraz yorumlamakta yarar var. Çünkü, Avcıoğlu mimarlığıyla doğrudan ilişkili gözüküyorlar. Öncelikle bu üçlü, üretkenlik yolunu açmamanın gerekçesi olarak ortaya konuyor. Mimarlar ve genelde kültürel ortam, yapmak isteyip de yapamadıklarının simgesel ifadeleri olarak bunları kullanıyor. Asla ulaşılamayacak hedefler tanımlayan bu üç mesele veya "sendrom” ilk bakışta hedeflenenin ne olduğunu tarif ediyor. Ancak, biraz daha ayrıntıya inildiğinde, bunların ulaşılmaz mükemmellik idealleri olduğunu farkediyoruz. Mimarlarsa bu ideallerin tanımladığı bir ortamda asla amaçladıklarına ulaşamayan ebedi çıraklar olup çıkıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar büyüyemeyecek olan çocuklar... Yücelerin yücesi Sinan, o benzersizliğinin zorunlu sonucu olarak, her Türk mimarına ona layık bir evlat olmak zorunluluğu ilham ediyor.
Bir tür tarihsel perspektif veriyor. Sinan’ı kapanıp gitmiş bir tarihsel gerçeklik olarak tanıdıktan sonra unutup yola devam etme şansımız yok; mesleğin kutsal "pir”inin adını hep anmak zorundayız. Avcıoğlu’nun metaforik anlatımında, Barcelona Pavyonu, teknik yetkinlik ve devrimsel atılımcılık bağlamındaki doruğun ifadesi. Avangardist, çağ açıcı bir pozisyonu temsil ediyor. Mimara radikal bir tavır alma zorunluluğu tanımlıyor. Üstelik o tavrı tıpkı Barcelona Pavyonu gibi hatasız bir icra kalitesinde gerçekleştirmesi gerekiyor mimarın. Tasarımcı, hem yepyeni bir ürün ortaya koyacak, hem de onu sanki uzun bir uygulama evresinde geliştirile geliştirile mükemmelleştirilmiş gibi inşa etmeyi başaracak. Safranbolu eviyse, yine aşılmaz bir yetkinlik ideali olarak düşlenmiş geleneksel konut merkezli bir mitoloji. Mimar onunla kuracağı tasarım bağları aracılığıyla kimlik sorunlarını çözecek, ait olduğu topluma ve "yer”e tarihsel ve kültürel bağlamda sıkıca eklemlenecek.
Amaçları tanımlayan üçlünün açmazı, kendi içinde çelişik oluşu. Birinde öngörülen, daima diğer ikisinin gerçekleşmesini olanaksız kılıyor. Birini başarmak (hangi biri olursa olsun), ancak diğer ikisini unutmakla mümkün. Barcelona Pavyonu yapmak için, tarihselle kesin bir epistemolojik kopuş öngörmek zorunluluğu var. Ama, sürekli olarak bir "meslek piri”nin varlığına inananlar bu unutuşu gerçekleştirme iktidarında olamıyorlar. Yer ve kimlik gibi değerleri merkeze alarak düşünmekse avangardist bir tavır alıştan daha başlangıçta vazgeçmek anlamına geliyor. Özetle, hem muhafazakar hem ilerici olmak, hem yere olan bağımlılığından bir türlü vazgeçmemek hem de tüm dünyayı hedef alarak konuşmaya kalkışmak, hem çağ açmak (yani, kimliklerin her an yeniden tanımlandığını farketmek) hem de kimlikleri sürdürme ısrarında olmak gibi amaçlar çelişiyor. Çelişkiler bu denli apaçık olunca da entelektüel üretkenlik iyice kısıtlanıyor.
Avcıoğlu’nu marifeti, bu üçlü saplantıyı unutmakla başlıyor. Bunlardan konuşmuyor. Ancak, yandaş olarak konuşmadığı gibi, karşıt konumdan da konuşmuyor. Onları hiçbir biçimde gündeme taşımıyor. Türkiye’de mimarlık için inanç formülü haline getirilmiş bu "om mani padme hum” tekerlemesine kendi iman katkısını yapmıyor. Dolayısıyla, o bir "mimarlık zındığı”. İnanmıyor. Buysa daima zor ve yıpratıcı bir entelektüel konumda bulunmak demektir. Onu risk alabilen bir mimar kılan da bu. Her anlamda risk alıyor. Çünkü merak ediyor; mimari her hakikatin apaçık bilinir olduğuna inanılan bu ülkedeki en yaygın tutumu aşıyor. Daha önce görmediğini görmeye ve denemeye hazır. Onun için bazen kızdırabilse de, can sıkmıyor. Tibet dua silindirlerini çevire çevire aynı nakaratları tekdüze yineleyenlerin yanında o -ve daha birkaç mimar- bu ülkede iç ferahlatıyor. Uğur Tanyeli.